1906 yılı Kasım ayında dünyaya gelen Sait Faik Abasıyanık‘ın öykülerini, romanlarını ve şiirlerini hepimiz hem öğrencilik hayatımızda, hem de okul hayatı sonrasında, kitap okumayı seven insanlar olarak okuduk. Bugün Sait Faik’in belki de az bilinen bir yönü ile karşınızdayız. Yazının devamında ise “Mahalle Kahvesi” öykü kitabındaki “Ermeni Balıkçı ile Topal Martı” öyküsünü bulacaksınız.
Sait Faik 1934 yılında Halıcıoğlu’nda bulunan “Ermeni Yetimhanesi”nde Türkçe öğretmenliği yaptı. Yalnız Sait Faik okula sürekli olarak geç kalıyordu. Ay sonunda okul yönetimi tarafından gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşüldüğünde eline sadece 13 lira geçmişti. Öğrenciler üzerinde otorite kuramaması nedeniyle de okul yönetimiyle sürekli olarak problem yaşıyordu. Hem yaşadığı disiplin problemleri hem de babası Mehmet Faik’in kendisine tahıl alım satım toptancılığı dükkanı açmasıyla öğretmenlik mesleğini bıraktı. İlerki günlerde “anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi” diyerek açıkladı. (1)
Topal martı ile balıkçının konuştukları bile görülmüştür. Önce martının laf attığına kalıbımı basarım, diyeceğim. İlkin balıkçının martıya laf atmasının mümkünü yoktur.
Raviyanı ahbar (hikayeyi anlatanlar) işbu muhavereyi (karşılıklı konuşma) şöyle naklederler:
Martı:
-…
Balıkçı:
-Susacak mısın topal, sabah sabah?:
Martı:
-…
Balıkçı:
-Patlamadın ya! Daha nişana varmadık.
Martı:
-…
Balıkçı:
-Gözünü seveyim topal, sus… Sus da bir yan evvel (bir an evvel) varalım şu nişana.
Martı:
-…
Balıkçı:
–Zo (*) bu kadar laf ettiğine bakılırsa pek aç olmalısın?
Martı:
-…
Balıkçı:
-Dur öyleyse de bir istavrit keseyim barim.
Martı:
-…
Balıkçı:
-Amma da kafa patlattın ha!
Martıya bir istavrit başıyla, etlerinden sıyrılmış, kuyruğu titreyen bir kılçık iskeleti fırlattı. Küreklere asıldı. Az sonra sis içinde büyümüş Hayırsızadalar önümüzdeydi. Martı susmuştu. Artık konuşmuyorlardı. Balıkçı o zaman bana döndü:
-Ne zaman balığa çıksam sandalı şıp diye tanır; peşime düşer. Bir de uğurlu kuştur; hiç sorma.
-Neden topal diyorsun Varbet (**) ?
– Topaldır da ondan.
– Ne olmuş bacağına?
Cevap vermedi. Sustuk. Rüzgâr bir kara kokusu getirdi burnuma. Bozulmaya başlayan bir karpuz kokusu etrafımızı sardı. Balıkçı bu kadarcık konuştuğuna canı sıkılmış gibi susuyordu. Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan gevezeyse balıkçı değildir. Balıkçıysa geveze değildir.
Etrafına bakışında şu muhavereyi yapmış gibi olduk:
“Kınalı’nın burnunu görüyor musun?”
“Görüyorum.”
“Yukarda beyaz bir toprak vardır. Orayı da görüyor musun?”
“Hayır…”
Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan hazzeder.
Benim yine başım dönüyor. Bir daha mı balığa çıkmak? Bu ne kocaman, sağır, derin ses, denizin sesi. İnsan bu küçük sandalın içinde ne ufak. Ah kara. Orada sesler, insanlar, gürültü var. Ağaçlar var. Rüzgârlar var. Ayağının altında kaskatı toprakta açıklara bakmak tatlı şey. Ama bu kocaman bir ağzın nefes alışına benzeyen sağır sesleri denizin ortasında, bir sandalın içinde, bir topal martı yan gözle sizi dikizlerken dinlemek insana bir korku, bir ürperme veriyor. Ah bir dönsek! Karaya bir ayağımı bassam kurbanlar keseceğim. Kurban mı? Kurban ne korkunç, ne barbar şey Allahım! Nasıl da hayvanları çoluk çocuğun, kadınların, kızların önünde boğazlarlar. Ne iptidai âdet!
– Sular çok fena! Sen de neredeyse bayılacaksın, dönelim hadi!
– Aman dönelim…
– Kumkapı’daki kahveye vardığımız zaman yüzüme bir sıcak kan dalgası hücum etti. Oh, dünya vardı! Balıkçı yüzüme keskin keskin baktı:
– Bir daha mı seninle balığa çıkmak, dedi, sen sinirli adamsın zo.
Günlerce bana dargınmış gibi yaptı. Zaten o kiminle küs değildi. Galiba matemdeydi de yakasına siyah bir şey takmıştı. Ahbapları:
– Varbet’in nesi öldü acaba? Sorulmaz ki herife… Barut! diyorlardı.
Ben yine balığa çıkmaya, o garip haleti yeniden bulmaya can atıyordum. Hem korkmak, hem hülyaya dalmanın korkunç bir zevki vardı. Bu zevki bir daha tatmalıydım.
Misinaları cigaradan kehribar kesilmiş tırnakları ile parlatırken gördüm.
– Agop Ağa, dedim, balığa mı?
Cevap vermedi. Kahveciye:
– Varbet’e bir kahve yap.
– Kahvemi içmişim, istemez.
-Balığa mı Varbet?
-He balığa… N’olacak?
– Beni de alsana!
Varbet’in de dünya yüzünde alacağı vereceği, ihtiyacı vardır. Bir çelebiden beş on para almak küçük düşmek sayılmaz ki…
– Ama, dedi, sandalın içinde ölsen geri dönmem bak.
– O gün biraz rahatsızdım.
– Yine rahatsız olacaksın; aldırma. Bu sinirle sen karada da rahat edemezsin. Koy ki bir şey olmaz. Ama ölsen ne olur? Ecel geldikten sonra ha karada, ha denizde.
– Nerede topal martı.
– Öldü.
– Nasıl?
– Nasıl olduğunu bilmem. Bir sabah nişana vardım ki tam nişanın üstünde ölüsü yüzer.
– Sen göresin diye mi geldi nişanda öldü dersin?
Cevap vermedi. Birdenbire yakasındaki matem bezini topal martı için taktığı düşüncesi kafama doğuverdi.
– Yoksa bu siyahı martı için mi taktın Varbet?
Gözünü gözüme dikti.
– Maşallah, dedi, bugün kafan karadaki gibi işliyor. Korku yok, dedi.
-SON-
(*) վարպետ-(Varbet) : usta
(**) ծօ-(Zo) : ulan
Sait Faik’in Mahalle Kahvesi kitabında bulunan diğer öykülerden bazıları: “Plajdaki Ayna”, “Baba-Oğul”, “Kestaneci Dostum”, “Sinağrit Baba”…
(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Sait_Faik_Abas%C4%B1yan%C4%B1k
Mahalle Kahvesi öykü kitabını satın almak için : http://goo.gl/avuL8D
2 Comments
[…] http://ermenikulturu.com/ermeni_balikci/ […]
HyeTert’e hazırlamış olduğumuz sayfayı paylaştıkları için teşekkür ederiz..