Tarih ve Toplum dergisinin Aralık 1995 sayısında yer alan Piyangocu Cüce Simon’un hikayesini Eser Tutel’in kaleminden sizlerle paylaşıyoruz.
Çocukluk yıllarımda Beyoğlu’nda çok tanınmış bir seyyar piyango bayii vardı: Boyu bir metreyi ancak bulan, yüzü buruş buruş, yelpaze gibi açtığı piyango bileti destesini küçücük elleriyle ancak kavrayabilen bu şık giyimli adam, Cüce Simon’dan başkası değildi. Evet, boyu bir metreyi ancak bulan bu ihtiyar yüzlü adamı ilk kez 40’lı yılların başlarında, henüz ilkokul öğrencisiyken gördüğümde Tünel’in girişinde turnike sırasındaydım. Önce çok şaşırdım: Çocuk desem çok değildi; büyük desem, büyük değildi. Babama kim olduğunu sordum.
– ” Cüce Simon”, dedi. “Seyyar Piyango bayiidir.”
Dedi ama, kimdi, neyin nesiydi, merak etmiştim. Karaköy’deki piyango bayii Uzun Ömer iki buçuk metreye varan boyuyla benim için ne kadar ilgili çekici geliyorsa, bu benden kısa Cüce Simon da en az onun kadar ilgi çekici gelmişti.
– “Niçin boyu bu kadar kısa?”
– “Cüce dedim ya evladım” dedi babam. “Görmüyor musun boyu bir metre ya var ya yok!”
Simon Efendi, başı benim omzumun hizasına ancak varan tiril tiril beyaz gömlek giyinmiş, yeleklii takım kostümlü, ayakkabıları cilalı bir küçük adamdı işte. Sanki 45’inde koca bir adam değil de, küçücük bir biblo.
Babam daha sonra bildiği kadarıyla bu Cüce Simon’un kim olduğunu anlattı. Dediğine göre Ermeni’ymiş: “Bu kadarlık boyuyla bar kapılarında fedailik yapacak hali yok ya, çaresiz o da piyango bileti satarak hayatını kazanıyor.”
O günlerde, rastlantı bu ya gittiğimiz bir misafirlikte, ondan söz edildiğini duyunca, anlatılanları ilgiliyle dinledim.
Evin beyi, “İstanbul halkı onun elinin uğurlu olduğuna inanmış bir kere!” diye anlatıyordu. “Pek çok kişi bilet almak için hep onu kolluyor. Sahiden de, hikmetinden sual olunmaz, büyük ikramiyeler sık sık hep onun sattığı biletlere çıkıyor. Büyük ikramiyeler çıkmadığı zamanlar da, amortiler, ya da irili ufaklı teselli ikramiyeleri… Geçenlerde ondan çeyrek bir bilet almıştım, inanın bana 100 liralık ikramiye vuramasın mı? Keşke çeyrek yerine tam bilet alsaymışım diye hayıflandım, durdum! Neyse 25 lira da az değil!”
Eh bu kadar çok bilet satan adamın yanında da zaman zaman çok paralar toplanırmış. Devlet, isteği üzerine ona hırsızlardan, uğursuzlarda korunmak için silah taşıma müsadesi vermiş.
Cüce Simon bir gece evinde uyurken birtakım tıkırtılarla uyanmış. Bir de gözlerini aralamış ki, odanın içinde bir hırsız! Bakmış adam neredeyse kendinin bir misli; dolabın gözlerini açıp açıp paraları ve biletleri arıyor! Bizim Simon bütün cesaretini toplayıp elini yavaşça yanıbaşında duran silahına uzatmış, sonra da adamı korkutup kaçırmak için havaya ateş edivermiş.
Bir çığlık, bir patırtı, bir gürültü! Adam kanlar içinde kendini yerden yere atıyormuş! Meğer Simon’un hava attığı silahtan çıkan mermi, hırsızın çenesinin altından girip yanağından çıkmamış mı! İşin yoksa, dertsiz başına dert!
Ertesi günü Simonu’u adam yaralamaktan mahkemede hakimin huzuruna çıkartmışlar. Hâkim, karşısında, sanık sırasında iki jandarma erinin arasında kıpırdamadan duran bu ufak tefek adamı görünce elinde olmadan kızıp bağırmış.
– “Maznun ayağa kalk!”
Ama başına gelecekleri düşündükçe tir tir titreyen Simon’da hiçbir hareket yok.
Hâkim yeniden uyarmış. Bereket, jandarmalardan biri, hâkime,
” Efendim, kendisi sıranın üzerinde zaten ayakta durmaktadır” demiş de hâkim karşısındaki adamın bir metrelik bir cüce olduğunun o zaman farkına varmış. Sanırım, dava, kısa zamanda nefsi müdafaadan tatlıya bağlanmış.
Cüce Simon aslen İzmitli. 1892’de doğmuş. Babası da annesi de normal boyda insanlarmış. Babası Markar’ı 9 yaşındayken kaybetmiş. İlkokulu ve ortaokulu Ermeni okullarında okumuş. Türkçe ve Ermenice’den başka bildiği biraz Fransızca’yı da İzmit’deki idadide öğrenmiş.
Annesi Mariça(Maritsa) oğlunun cüce oluşuna çok üzülürmüş. Galiba ondan başka da pek üzülen olmamış. Buna rağmen annesi, onun hep büyük mekteplerde okuyup mühendis olmasını istermiş. Ama Simon, elinde olmayan bazı nedenlerden ötürü İzmit İdadisi’nin dördüncü sınıfından ayrılmak orunda kalınca, evde bir daha mühendislik lafı eden olmamış.
O sıralarda Balkan Savaşı patlak vermişmiş. Askerlik çağı gelen Simon da akranları gibi şubeye başvurmuş, muayenesini bile yaptırmış. Ama, annesine bakacak ondan başka kimsesi olmadığı için askerliğini geri bırakmışlar. Yoksa akranları gibi silah kuşanıp hemen talimlere başlayacakmış. Sonra da doğruca, ya Manastır’a, ya Üsküp’e, ya da Mitroviçe’ye, o kanlı savaşların sürüp gittiği cepheye… O bir metrelik boyuyla, imparatorluğun Balkan’lardaki ecdat yadigarı topraklarını Sırplar’a, Bulgarlar’a, tüm gâvurlara karşı savunmaya gidecekmiş.
Gençliğinde musikiye de merak salmış Cüce Simon. Türk sanat musikisinde Nikoğos Ağa, Baba Hampartsum, kemani Tatyos, Bimen Şen gibi birçok Ermeni bestekâr var ya, o da bu büyük sanatkârlar kervanına boyuna yakın uduyla katılmak istemiş. Ama kocaman udu kucağına alıp da sağ koluyla şöyle bir sarılamamış gibi çalabilsin! Koca karınlı udu ne kucağına sığdırabilmiş, ne de kolunu udun sapına uzatabilmiş… Böyle olunca da, tabii uda daha başlamadan veda etmek zorunda kalmış.
Cüce Simon’un ilgi çekici bir başka özelliği tiyatroya karşı olan merakıymış. Ama herekse gibi seyirci olarak değil, oyuncu olarak! Ünlü Naşit’in Beyazıt’ta Güllü Agop Tiyatrosu’nda sahneye koyduğu “Leblebici Horhor” operetinde önemlice bir rolde sahneye çıkmış. Üstelik minicik boyuna rağmen bu zor işin altından yüzünün akıyla çıkmayı da başarmış. Daha sonraları bir, iki filimde de rol almışsa da, sinamacılığı “heveskâran”dan biri olmaktan ileri gidememiş. Sonra? Sonra piyango bayii olmuş. Anlaşılan, kaderinde hayatını insanlara şans dağıtarak kazanmak varmış.
Onu sık sık Taksim’de, Galatarasaray’da, İstiklâl Caddesi’nde telaşla giderken görürdüm. Ciddi mi ciddi hatta suratını aşmış, sanki bir yere yetişmek ister gibi daima çabuk çabuk yürürdü. Arada bir kendisini tanıyıp selam verenlerin selamlarını alır, ama öyle sırnaşıp duran çoluk çocuğa, ortalık yerde ağzı bir karış açık, kendisini aptal aptal seyredenlere, hele uzaktan uzağa laf atan kendini bilmezlere hiç yüz vermezdi.
1966 yılının başlarında bir röportaj için o sıralarda çalışmakta olduğum Hayat dergisine uğradığı sırada onunla -çok kısa da olsa- yakından konuşmak fırsatını bulmuştum. Ona, daha tanışır tanışmaz boyunun kaç santim olduğunu sormanın yakışık almayacağını düşünerek, onun yerine Uzun Ömer’i yakından tanıyıp tanımadığını sormuştum.
Elbette ki tanıdığını söylemişti Uzun Ömer’i. Nasıl tanımasındı ki! İkisi de yıllarca İstanbul’un en ilgi çekici kişileri olmuşlardı. Ortak yanları, ikisinin de piyango bayii olmaktan başka, birinin İstanbul’un en uzun, ötekinin de en kısa insanları olmasıydı.
Röportajı yapan arkadaşa “Annem Mariça(Maritsa) Hanım’ı kaybettiğim zaman 50’sinde koca adamdım, çok sarsıldım.” dediğini duymuştum. 1960 yılının Şubat’ında meslektaşı Uzun Ömer’in ölümünü öğrendiği zaman da, sanki annesini yeniden kaybetmiş gibi büyük bir acı duyduğunu söylemişti.
Kalp yetmezliğinden şikayet eden Uzun Ömer’in giderek kötüleyip, günün birinde koca bir selvi gibi yıkılışı karşısında duyduğu acıyı yıllarca unutamamıştı.
Aynı çatı altında yıllardan beri birlikte yaşadığı Horepsime Hanım’ı tanıdıktan sonra yıllardan beri fosur fosur içtiği sigarayı bırakmıştı. Piyangoculuk yapmaktan şikayetçi değildi. Horepsime Dedeoğlu ile yirmi yıla yakın bir zaman çok iyi günler geçirmişlerdi.
Beyoğlu halkının yakından tanıdığı ve sevdiği bir olmak Cüce Simon’a güven vermişti. Çevresinde seviliyordu. Ama son zamanlarda nedense madamı ile aralarından kara kedi geçmişti, bir süre sonra istemeye istemeye ayrılmak zorunda kalmışlardı. Ne var ki bu ayrıllık yıllar boyunca alıştığı düzenin birden bozulmasına yol açmıştı. Artık genç de değildi; üstelik bir süredir kalbinden de şikayet etmeye başlamıştı.
Yıllardan beri Taksim’de Feridiye’de oturan Cüce Simon, her gün evinin yetmiş beş basamaklık merdivenini inip çıkmaktan hiç şikayet etmemişti. Gündüzleri işinin gereği saatlerce yürüyor, peşpeşe işyerlerine girip çıkıyor, geç saatlere kadar sokaklarda kalıyordu. Ama, kalbindeki giderek artan sıkıntıya rağmen yine de ihtiyar bir delikanlıydı o; yine sabah akşam tin tin gidip geliyordu, bir dakika yerinde duramıyor, ona, buna şans dağıtmakta devam ediyordu.
Ama zaman geldi, o yetmiş beş basamaklık merdiveni, artık eskisi gibi bir solukta çıkamaz oldu. 1966 yılının başlarıydı. 74 yaşındaydı. Günün birinde hastalandı. Dostları onu hastaneye götürdüler. Önünde üç basamaklık, ama sadece üç basamaklık bir merdiven vardı.
İnanılacak gibi değil, ama Cüce Simon’un kendi gibi minicik kalbi, bu boyuna göre hayli yüksekçe üç basamakçığın önünde birden pes ediverdi. O da eski dostu Uzun Ömer gibi, sanki onunla kader birliği etmişçesine kalbine yenik düştü. Hem de Hayat mecmuasında onu yakından görüşümün üzerinden sadece bir, iki hafta geçtikten sonra…
Ne diyelim? Toprağı bol olsun Cüce Simon’un…
Kaynak : Tarih ve Toplum dergisi – Aralık 1995 sayısı
1 Comment
[…] Cüce Simon […]